Londra’ya ayak basar basmaz bir zamanların dev imparatorluğunun başkentinde olduğunu hissediyor insan. İngiltere yüzyıllarca müthiş bir görkem, kültür, zenginlik ve beyin biriktirmiş. Yeninin ve eskinin, geçmişin ve geleceğin güzel bir sentezi çıkmış ortaya. İnsanlar bir yandan gıcırdayan tarihi evlerde yaşarken, bir yandan da o evlere dronelar ile yemek, market alışverişi yapacak sistemi kuruyorlar… Gelenek ve gelecek arasında müthiş bir denge kurmuşlar.
Londra dünyanın en önemli birkaç zirvesinden biri ama New York kadar modern, asla bir New York gibi yapay değil. Paris kadar köklü ve asil ama asla Paris gibi burnundan kıl aldırmaz değil. Singapur kadar düzenli ama asla onun gibi steril değil, bir Frankfurt gibi kuralcı ama asla otoriter değil. Diğer dünya başkentlerine kıyasla bizce en büyük kusuru gri havası ve bir de banka hesabını oyan fiyatları.
Burası Birleşik Krallık’ta hem politikanın kalbinin attığı, hem de zamanında kraliyet ailesine ev sahipliği yapan yer. 11. yüzyılda inşa edilen saray, dönem dönem çıkan yangınlardan baya bir nasibini almış. 1512’de çıkan büyük yangına kadar İngiltere krallarının başlıca yerleşkesi olan saray, yangından sonra büyük bölümü hasar görmüş ve sonrasında İngiltere Parlamentosu ve Adalet Divanı’na ev sahipliği yapmaya başlamış. O hepimizin tarih derslerinden hatırlayacağı Avam Kamarası ve Lordlar Kamarası işte bu binada toplanırmış. 1834’de ilkinden çok daha büyük bir yangın çıkmış ve binanın ortaçağdan kalan son kısımları da yok olmuş. O günlerden Bir tek Westminster Hall, St. Mary Şapeli’nin tavan kemerleri, St Stephen Kilisesi’nin manastırı ve Jewel Tower ayakta kalmış.
Elbette sarayın bugünkü yenilenmiş hali, eski saraydan geriye kalan bölümleri de içine alacak şekilde çok daha kapsamlı ve büyük. 300 metre uzunluğunda cepheye, 32,375 metrekarelik bir alana sahip 1000 küsür odalık dev yapı, 19. yüzyılda, Gotik üslupta mimar Charles Barry’nin tasarımıyla yeniden inşa edilmiş. Londra’nın bir diğer sembolü meşhur Big Ben resmi adıyla Elizabeth Kulesi de Barry’nin eklemelerinden biri. 1840’da başlayan süreç gecikmelerdi, bütçe aşımlarıydı, mimarın ölümü derken 30 yıl sürmüş. Bir de üzerine 2. Dünya Savaşı’ndaki bombardımanlarla yaşanan hasarın giderilmesi ve gittikçe metropol haline gelen Londra’nın hava kirliliği de eklenince, binanın koruma masrafları da kat be kat artmış. 1987’de olaya UNESCO el atmış ve tüm kompleksi Dünya Kültür Mirası Listesi’ne dahil ederek koruma altına almış.
Londra’nın bir diğer ikonik yapısı da hiç şüphesiz Elizabeth Kulesi yani en yaygın bilinen ismiyle Big Ben. Aslında Big Ben kuledeki saatin 13 tonluk devasa çanın adı ama zamanla tüm kulenin ismi haline gelmiş. Westminster Sarayı 1834’de çıkann yangınla zarar görünce, saray komplesksini tekrardan ayağa kaldıran mimar Charles Barry, 1844’de 96 metrelik bu ünlü saat kulesini de tasarımına eklemiş. İlk yapıldığında Big Ben yerine başka bir çan varmış ama onarılamayacak şekilde çatlamış. Daha sonra çatlayan çanın metali eritilip yerine Big Ben yapılmış. Big Ben 31 Mayıs 1859’da ilk kez çalmış. Aslında Big Ben de asıldıktan kısa süre sonra çatlamış ama daha hafif bir tokmak takılıp hasarlı yer döndürülünce çözüm sağlanmış. O gün bugündür ses aynı Big Ben’den çıkıyor.
Herkes burayı İngiltere Prensi William ve Cambridge Düşesi eşi Kate Middleton’ın düğününün gerçekleştiği yer olarak hatırlayacaktır. Hepimiz 29 Nisan 2011’de ekranlara kitlenip düğünü canlı yayından izlemiştik. Hatta internetten yayınlanan düğün 400 milyon tıklanarak rekorlar kırmıştı. İşte 700 yıllık tarihi manastır, kraliyet düğünleri, cenazeleri ve taç giyme törenleri gibi önemli etkinliklerin gerçekleştirildiği yer.
Aslında şu anki yapının öncesinde, burası Hristiyanlığın Benedikten mezhepine mensup bir manastır olarak kurulmuş. Yani manastırın bilinen tarihi aslında bundan 1000 küsur yıl öncesine 10. yüzyıllara uzanıyor. Hem 1. William’ın 1066’daki taç giyme töreninden beri İngiliz Kraliyet ailesinin taç giyme törenleri burada düzenleniyor hem de 17 hanedanın mezarları burada bulunuyor. Kraliyet üyesi olmasalar da dünyanın gelmiş geçmiş en önemli bilim adamlarından Isaac Newton ve Charles Darwin de buraya gömülen ünlü isimler arasında. Ayrıca manastır şu ana kadar Kate ve William’ınki dahil toplam 16 kraliyet düğününe sahne olmuş. Kral 3. Henry’nin emriyle 1245 yılında inşa edilen bugün görülen yapının mimarisi ise Anglo-Sakson stili Gotik tarzda. İçi tam bir yaşayan müze gibi. Her yer yağlı boya tablolar, vitraylar ve diğer değerli objelerle dolu.
Birleşik Krallık’ın Beyaz Sarayı olan saray, Kraliçe Viktorya’nın tahta çıkışını takiben 1837’den beri İngiliz Kraliyeti’nin resmi adresi. Aslında burasını 1702’de Buckingham Dükü kendine Londra’daki malikanesi olarak yaptırır ama zamanla el değiştirerek ve genişletilerek kraliyet konutu haline gelir. Kraliçe Viktorya’nın eşi Albert 1861’de vefat ettiğinde, kraliçe yas tutmaya başlar ve dünyevi zevklerden elini eteğini çekerek Windsor Şatosu’na taşınır. Bir süre saray boş kalır ama 1901’de Kral Edward ile saray tekrar canlanır. Kraliyet ailesinin halki selamladığı meşhur balkon, Kral 5. George zamanında 1914’te eklenir. 1. Dünya Savaşı’nda sarayın o dönemki sakinleri Kral 5. George ve Kraliçe Mary apar topar kaçmak zorunda kalır. İkinci Dünya Savaşı sırasında da saray tam 9 kez bombardımana maruz kalır. Bu bombardımanlarda en büyük kayıp sarayın şapelinde verilir. Hatta bir bombardıman sırasında Kraliçe Elizabeth’de o esnada saraydadır.
Saray sadece yaz sezonunda ziyarete açık oluyor ve Kraliçe’nin Galerisi adı altında gezilen bölümde kraliyet eşyaları görülüyor ve odaları geziliyor. Tabi burası Kraliçe’nin resmi ikametgahı olduğundan dolayı sarayın çoğu bölümü ziyarete kapalı. Bu dönem dışında gelenler için de saraya dışarıdan bakmak ve meşhur asker değişimini izlemek de Londra’nın olmazsa olmazları arasında. Bir sonraki maddede anlattık.
1 Nisan 2022